KAŞ
Likya yolu ile ilgili günlerce yazı okudum, bilgi edindim. Ankara’da evden çıkarken, okuduklarıma çok ihtiyacım olacağını düşünerek, her şeyi zihnime yerleştirmeye çalışıyorum. Likya, öyle farklı ve uzun izleri olan bir uygarlık ki, her şeyi aklımda tutmam mümkün değil. Notlarımı da yanıma almaya karar veriyorum. Çantamı son bir kez kontrol ediyorum. Yürüyüş ekipmanlarım, çadırım, uyku tulumum, çadır yatağım hepsini yerli yerinde. Son anda, bir de yemek yapabileceğim tava ekliyorum sırt çantama.
Bu zorlu yürüyüş için Mayıs ayı en uygun ay. Yürürken hava ne sıcak ne de soğuk olmalı diye düşünüyorum Ankara’dan Fethiye’ye beni götüren yolcu otobüsünde. Geceleri çadırda üşümeden uyuyabilmeli, gündüzleri ise güneşte kavrulmadan ilerleyebilmeliyiz. Yürüyüşte 3 kişi olacağız. Kuzenim Ali Sülün ve oğlu Serkan bana eşlik edecekler. Kaz dağlarında yaşayan Ali’nin dağ kültürünü bilmesi bizin için büyük avantaj.
Fethiye’den Kaş’a dolmuş minibüslerle geçtim. Kuzenim Ali ve oğlu Serkan, Edremit’ten bir gün sonra gelecekler. Ben onlardan bir gün öndeyim. Çocukluk arkadaşım Tevfik Aydinç uzun yıllardır Kaş’ta yaşıyor. Ankaralı. Mülkiye mezunu. Eğitimini aldığı meslek yerine, işlediği derileri Kaş’a gelen yerli ve yabancı turistlere satarak geçimini sağlıyor. Kaş’a iner inmez Tevfik’i arıyorum. Birkaç dakika sonra tarif ettiği evdeyim.
KAŞ BOMBOŞ
Biraz dinlendikten sonra arkadaşımla beraber Kaş sokaklarını arşınlıyoruz. “Günlerdir satış yapamadım. Kaş, bu mevsimde hiç olmadığı kadar boş. Ne yerli ne yabancı turist var” diyen arkadaşıma katılamamak mümkün değil. Evet. Kaş bomboş ve esnaf sinek avlıyor. O sırada yanımdan geçen iki yabancı yürüyüşçü ile selamlaşıyorum. Onlar gördüğüm ilk ve tek yabancı grubu. Demek ki zor bir yaz bekliyor tatil esnafını. Nasıl geçecek bu turizm sezonu bilemiyorum.
Akşam bir diğer Ankaralı arkadaşım Karaca Müezzinoğlu ile yemekte buluştum. Karaca Hentbol antrenörü. Spor yazarlığı yaptığım dönemden yakın arkadaşım. Tevfik de katılıyor yemeğe ve hafif çiseleyen yağmur altında keyifli bir sohbet uzayıp gidiyor gecenin karanlığında.
KAŞ (ANTİPHELLOS)
Kuzenim Ali ve Boğaziçi üniversitesi Elektrik elektronik bölümünü yeni bitiren oğlu Serkan’ın da gelmesi ile yürüyüş ekibimiz tamamlandı.. İlk günümüzde Kaş ilçesindeki Likya uygarlıklarını keşfedeceğiz. Kaş merkezinde ve Çukurbağ yarımadası üzerinde yürüyeceğiz. Çukurbağ yarımadası uzay fotoğraflarına bakıldığında gerçekten insan kaşı görüntüsünde uzayıp giden bir silüet.. Karşısındaki Meis adası ise haritada göz gibi duruyor. Meis, Türkiye’ye en yakın Yunan adası. Nerdeyse yüzerek bile ulaşılacak mesafede. Kaş ile Meis arasında donanma gemilerimiz insan kaçakçılarına karşı 24 saat görev yapıyor.
Hafif tempo ile kaş merkezine ve oradan sahili takip ederek antik şehrin bulunduğu Çukurbağ yarımadasına gidecek rotayı oluştururken, Kaş tarihinin de derinliklerine inmeye çalışacağız. Bunun için elbette aklımda tutmaya çalıştığım bilgilere ve en önemlisi çantama aldığım notlarıma ihtiyacım var.
SÜNGERCİLİKLE GELEN ZENGİNLİK
Kaş ilçe merkezinin bugün üzerinde kurulu olduğu alan, en önemli 6 Likya şehrinden birisi. Likya’lıların burada kurduğu şehrin adı Antiphellos. Ancak Likya dilinde yazılmış kitabelerde ve sikkeler üzerinde Habesos olarak da geçmekte. MÖ 6. yüzyıldan itibaren yaşamını sürdürdüğü bilinen kent, ilk dönemlerde biraz yukarısında bulunan Phellos şehrinin limanı işlevini görüyormuş. Ancak ilerleyen yıllarda Kara içinde kalan Phellos şehri, aktivitesinin kaybederken, şehrin limanı olan Antiphellos gelişerek ön plana çıkmış. Kaş yani Likyalıların taktığı adla Antiphellos, bölge ormanlarından elde edilen sedir ağacı ticareti ve süngercilik sayesinde gelişerek kendine yeten zengin bir şehir durumuna gelmiş. Zamanla Likya birliğinde söz sahibi kentlerden biri olmuş.
KAŞ’TAKİ LAHİT
Kaş’ın en önemli anıtının Uzun Çarşı Caddesi üzerinde, tek bloktan oluşan M.Ö 4. yüzyıldan kaldığı tahmin edilen bir lahit olduğunu öğrenince, şehrin merkezindeki Atatürk anıtından sonra, Kaşlıların “mezar” olarak dillendirdikleri bu noktayı bulmak zor olmuyor. Günümüze sağlam bir şekilde gelebilen lahdin 150 cm. uzunluğundaki alt kısmının üzerinde boncuk motifleri ve yazılar var. Kapağının kuzeybatı alınlığı üzerinde solda yarı giyinik, sopasına dayanmış, sağ bacağım sol bacağı üzerine atmış üzgün bir erkekle bir kadın figürü bulunuyor. Güneydoğu alınlığında sağda mantolu bir kadın ayakta durmakta. Kapağının her iki yanında ise başı ayaklan arasında aslan kabartması dikkat çekiyor. Restoranlar arasındaki bir bölgede yer alan lahit, Kaşlılar için bir buluşma noktası görevini de görüyor.
ANTİK TİYATRO
Çukurbağ Yarımadası’na giden yolun kenarındaki Antiphellos’un denize bakan tiyatrosu Kaş’a sanki birkaç adım uzakta gibi. Oldukça sağlam görünüyor. Taşlarının üzerine oturan bir genç ney üfleyerek soluduğumuz mistik havaya, güzel bir melodi katıyor. Antik tiyatronun büyüsü bir kat daha artmış durumda. Tiyatroda 26 oturma sırası var. Taş işçiliği mükemmel. Sahne binası Helenistik dönemin özelliği olarak bu eserde de yok. İzleyenler, önde sanatçıları arkada ise denizi görüyorlar. Tiyatronun kuzey doğusunda ana kayaya oyularak yapılmış el ele tutuşarak dans eden 24 küçük kadın kabartmasının bulunduğu mezar odası dikkat çekici.
ÇUKURBAĞ YARIMADASI
Çukurbağ yarımadası Kaşlılar için önemli bir yerleşim yeri. Yarımada üzerinde çok sayıda ev ve butik oteller yer alıyor. Yarımadanın yolu, sizi bir kıyıdan yarımadanın sonuna kadar götürüp, diğer kıyıdan geri getiriyor. Ünlü gazetecilerin isimlerinin yer aldığı sokaklar dikkat çekiyor. Eski mezarların çoğu kentin kuzeyindeki yamaçta bulunan evlerin hemen üzerlerinde ve daha yukarılardadır. Bu mezarlar gerek cephe işçilikleri gerek yazıtlarıyla Likya kaya mezarlarının güzel örnekleri olarak biliniyor.
Hayranlıkla sonuna kadar yürüdüğümüz yarımadanın sonundan Kaş’a dolmuş ile döndük. Yarın başlayacak büyük yürüyüş için hazırlık yaptık. Gece yağmurun habercisi olan gök gürültüsü arasında sevgili Tevfik’in evine bir kez daha misafir olduk. Ali’nin eşi Lale’nin yolluk böreklerini afiyetle yedik. Erkenden uyuduk.
İKİNCİ BÖLÜM
FAKDERE
Sabah erken kalktık. Bugün büyük yolculuğun ilk günü. Kaş’tan, Sısla koyuna kadar yaklaşık 12 kilometre yürümeyi planlıyoruz. Ama kulaklarımızı tırmalayan gök gürültüsü ve çiseleyen yağmur bizi durduruyor. Beklemek zorundayız. Ama ne kadar? Saat 10.00 gibi kara bulutlar dağılıyor. Evinde kaldığımız çocukluk arkadaşım Tevfik, “Hadi size yol göründü” diyor. Sularımızı ve yiyeceklerimizi akşamdan yerleştirdiğimiz içim sırt çantalarımız hazır. Son bir kontrol daha yapıyoruz ve Tevfik’in evinden ayrılarak yola düşüyoruz. Ama o da ne? Ben yağmurluğumu almadığımı fark ediyorum. Birçok şeysiz yapabilirim ama sıkı bir yağmur gelirse Panço yağmurluğum olmadan ancak 10 dakika dayanabilirim. Çantamı yere bırakıp koşar adımlarla Tevfik’in evine dönüyorum. Yağmurluğumu evde beraber arıyoruz ama bulamıyoruz. Acaba yolda mı düşürdüm diye hayıflanırken, merdivenin yanındaki araba lastiklerinin üzerinde yağmurluğumu bulup derin bir “oh” çekiyorum. Panço yağmurluklar, hem vücudu, hem de sırt çantasını örten özel bir genişliğe sahip olduğu için, her yerde bulunan bir malzeme değil. Her yürüyüşçünün yaz kış çantasında bulunması gereken kritik bir gereç.
İLK DURAK BÜYÜK ÇAKIL PLAJI
Artık yola koyulma zamanı geldi. Likya yolunu gösteren yön tabelası Kaş limanının çok yakınında. Tabelalara Garanti Bankası sponsorluk yapmış. Üzerinde bankanın adı ve gidilecek yöndeki ilk konaklama yerinin uzaklığı yazıyor. Yürüyüşçüler için gerçekten büyük nimet. Biraz yokuş çıkıp, biraz da indikten sonra sırtımdaki çantanın ağırlığını net bir şekilde hissediyorum. Yaklaşık 10 kiloluk bir ağırlık taşıyorum. 3 litre su var. Bir kilo civarında yiyecek. Uyku tulumu ve çadır 3 kilo çeker. Gerisi giyeceklerim. Sıkı bir ağırlık ve yolun başında “Acaba böyle yürüyebilecek miyim?” sorusu aklıma takılıyor. Kaş çıkışı ikinci kilometrede Büyük Çakıl plajı tepeden görüldü.. Harika bir plaj. İçerisinde işletmeler var. Hiçbiri daha açmamış. Yavaş yavaş onarım yapıyorlar. Belli ki, yakında açacaklar. Ama sezon onlar için de sıkıntılı.
KAYBOLDUK
Büyük Çakıl plajındaki kısa molanın ardından zorlu yürüyüşün adımları hızlanıyor. Kısa bir yokuş daha çıkıp, ormanın eteklerine ulaşıyoruz. Yol ikiye ayrılıyor. Bir yol köyün içine, diğeri orman içine gidiyor. Biz villaların çoğaldığı, yazlıkçıların giderek el koyduğu köy içine giriyoruz. 5 dakika yürüdükten sonra köyün sona geliyor ve yol bitiyor. Daha ikinci adımda yolu kaybetmenin şokunu yaşıyoruz Ali ve Serkan ile. Başarılı bir elektronik öğrencisi olan Serkan GPS cihazını çıkarıyor. Ve bu cihaz sayesinde geçen sene yürüyen bir Likya yolu yürüyüşçüsünün bıraktığı GPS izine ulaşıyor. Bu GPS her nasıl bir aletse, “Bizden önce yürüyen yürüyüşçünün adımlarını bile görebiliyorum” diyor Serkan. Teknoloji ne büyük bir nimet. Yanlış yürüdüğümüz yolu geri dönüyoruz. Ali, GPS’e soğuk davranıyor. “ O alet nereden bilecek” yolu diye tafra yapıyor. Birazdan sevinçle bağırıyor Ali; “Önümüzde bir yabancı yürüyor. Onu takip edelim. Kaybolmayız” Bütün yabancı yürüyüşçülerin elinde İngilizce hazırlanmış yol kitapçıkları var. O sayede kaybolmadan net adımlarla yürüyorlar. Kitabın Türkçesi henüz hazırlanmadığı için, biz Türkler ya kayboluyoruz, ya da hiç yürümüyoruz. Ben ve arkadaşlarım hızlı adımlarla yürüyen İngiliz yürüyüşçüye yetişmek ve memleketimizde bir kez daha kaybolmamak için adımları sıklaştırıyoruz.
MASMAVİ DENİZ
Bir süre daha yürüdükten sonra tel örgüler kesiyor yolumuzu. Likya yolu evinin bahçesinden geçen birisinin kafası kızmış ve yolu kapatmış. Ancak, yürüyüşçüler bir gedik açmışlar tel örgü içinde. Biz de onlar gibi yapıyoruz ve biten yolu sürdürüyoruz GPS eşliğinde. Birazdan Limanağzı gözüküyor yürüdüğümüz tepeden. Masmavi bir denizi var. Halatlar yardımı ile kayalardan aşağı inerek kolaylaştırılan güzel bir yolun sonunda Limanağzı.
LİMANAĞZI (SEBEDA)
Küçük bir Likya şehri Sebeda. Yani Limanağzı. Veya günümüzdeki bir başka adı ile Bayındır limanı. Kent, güvenilir bir liman çevresinde oluşmuş. Notlarıma bakarak, lahitleri, kaya mezarları, sarnıçları, yağ çıkarma işlikleriyle Likya dönemine ait küçük bir çiftlik yerleşim yeri olduğunu öğreniyorum Sebeda’nın. Etrafta zeytin ağaçları var ve 3 bin 500 yıl önce yaşayan Likyalıların bu ağaçlardan topladıkları zeytini işleyerek nasıl zeytinyağı ürettikleri sorusuna beynimde cevap arıyor, ama bulamıyorum. Üstelik bu yağı Avrupa’dan gelen gemilerle Romalılara sattıklarını düşününce işin içinden hiç çıkamıyor ve bu uygarlığa olan saygımı arttırıyorum. Liman kıyısındaki depo olduğu sanılan kalıntılarda mı saklıyorlardı acaba, satacakları zeytinyağlarını? Neden olmasın ki? Koca bir uygarlıkmış onlar ve hayranlık uyandıran iller yapmışlar. Antik dönemde de kullanıldığı anlaşılan bir patika ile ulaşılan tepedeki kalıntıların ise gözetleme kulesi olduğu tahmin ediliyormuş. Acaba başka neler yapmış bu Likyalılar. Yol bize hepsini öğretecek. Limanağzında konaklama yerleri var ama biz yola devam ediyoruz.
ÇOBAN PLAJI
Denize paralel yürüyoruz. Yükseklere çıkıp aşağılara insek de, deniz çok uzağımızda kalmıyor. Kırmızı beyaz boyanmış taşlar ve GPS, insansız alanda bize yolu kaybettirmiyor. Bir saat daha yürüdükten sonra, Beyaz renkli sivri taşlarla bezeli yolun sonunda Çoban Plajı diye adlandırılan ıssız bir plaj karşılıyor bizi. Çoban Plajı iç içe geçmiş iki koydan oluşuyor. Ancak, rüzgar plaja doğru sert esiyor ve bu bakir koyda denize girmemizi engelliyor. Rüzgardan deniz kıyısında oturamıyoruz bile. Orman içinde ağaçlar arasında, koyu gören kuytu bir yerde yemek molası veriyoruz. Yorgunuz ve çok terliyiz. Tepede Asarkaya antik yerleşim merkezi var ama çok belirgin bir eser kalmadığı için, onca yolu boş yere yürümüyoruz.
“BU YOLU DÜNYA BİLİYOR”
Çoban plajı mola yerine biraz sonra 71 yaşındaki Alman yürüyüşçü ile eşi geliyor. Onlar da yorulmuşlar. Sohbete başlıyor, yiyeceklerimizi paylaşıyoruz. Ama suyumuzu asla. Yürüyüşlerde sırt çantasındaki en büyük ağırlığı su oluşturduğu için, kimse kimseye çok kritik sorun olmadıkça suyunu vermek istemiyor. Yabancı yürüyüş grubundakiler Türk olduğumuzu öğrenince şaşırıyorlar, “Bu yolu bütün dünya biliyor. Ama yürüyen ilk Türk sizi gördük. Siz değerlerinizi bilmiyor ve sahip çıkmıyorsunuz” diyerek bizi utandırıyorlar. Ayrıca, Çoban Plajı, günü birlikçilerin piknik yaptıkları dağlarda attıkları çöplerin, sel sularıyla ilerleyerek koya ulaşması ile son derece pis.
UFAKDERE
Likya patikasından 2 saat daha yürüyerek saat 15.00 sularında Fakdere koyuna ulaşıyoruz. Çoban Plajı-Fakdere arasında yol çalılık ve taşlık.
İlk kez ormanda uyuyacağız. Çadırlarımızı kurup. Çalı çırpı toplayıp kamp ateşini yakıyoruz. Yemekte, peksimet eşliğinde makarna ve çorba var. Yorgunluktan çorbamı içemeden tabağımı deviriyorum. Allahtan kuru meyve takviyemiz var. Karnımız biraz olsun doyunca uyku bastırıyor. Biraz ilerimize 2 erkek bir kızdan oluşan İtalyan yürüyüşçüler geliyor ve çadırlarını kuruyor. Selamlaşıyoruz. Onlar da ateş yakarak yemeklerini hazırlamaya çalışıyorlar. Saat 22.00’de gezi notlarımı düzenlerken uykuya dalıyorum.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
APERLAİ
Gece çadırın üzerine tek tük düşen yağmur damlaları gün ışırken hızını arttırdı. Çadırdan çıkmamız olanaksız. Kıpırdamadan yağmurun dinmesini bekliyoruz. Saat 10.00 oldu ve yağmurun sesi azaldı. Sısla koyuna kurduğumuz çadırlarımızdan çıkıp, aceleyle her şeyi ıslanmadan toplamaya ve çantalarımıza yerleştirmeyi başardık. Kahvaltı yapamadan yürüyüşü başlatacak, ilk molada yanımızdaki kurabiyeleri yiyerek enerji toplayacaktık. 2 erkek 1 kadın yürüyüşçüden oluşan İtalyan ekibi de bizimle birlikte çadırlarından çıktı. Sanki onların fazla acelesi yoktu. Eşyalarını aceleyle toplamadılar ve bayağı da ıslandılar. Koya bir çeşme, bir de tuvalet var. Giyindikten sonra elimizi yüzümüzü yıkadık, ağzımıza iki çörek atıp yola koyulduk. 300 metre gitmiştik ki, yine pançomun olmadığını farkettim. Sırt çantami Ali’ye bırakıp hızla geri döndüm. Panço yolda da, kamp yerinde de yoktu. Çantamın yanına son derece üzgün bir suratla geri döndüm. O da ne Panço’yu düşmesin diye sırtıma bağladığımı unutmuşum. Onu panik halinde göğüs bölgemde arayınca düşürdüğümü zannetmiştim. Ama Panço yeni yerimden bana bakıyordu. Gidip gelmem yarım saatimizin kaybolmasına neden oldu.
ULUBURUN BATIĞI
Dün Uluburun’u,kestirmeden geçerek Sısla koyuna ulaşmıştık. Uluburun, hemen sağımızda yer alıyordu ve denize bir ok gibi saplanmıştı. Ucuna kadar yürümemiz olanaksızdı. Zaten Likya Yolu da, burnun uç kısmından geçmiyordu. Ama Uluburun’dan 20. Yüzyılın en önemli buluşu olarak adlandırılan bir tarihi eser çıkartılmıştı. Dünyanın en eski batığına yıllarca ev sahipliği yapmıştı Uluburun ve bu batık bir süngerci tarafından 1982 yılında tesadüfen bulunmuştu. Batık, MÖ 1305 sulara gömülen bir Mısır teknesine aitti. Yapılan kazılar sonunda 15 metre boyunda olduğu, sedir ağacından yapıldığı belirlendi. Dünyanın bilinen en eski batığı olan Uluburun batığındaki buluntular arasında 10 ton saf bakır,1 ton kalay, anforalar içinde değerli mücevherler ve kandiller olması, o yıllarda yaygın bir uluslararası ticaretin varlığı konusunda fikir verdi. Mısır Kraliçesi Nefertiti’nin firavunluğunu kanıtlayan dünyadaki tek altın mühür de buluntular arasında yer aldı. Geminin aynı boyuttaki benzeri ve bulunan kıymetli taşların canlandırılmış hali, bugün Bodrum Sualtı ve Arkeoloji müzesinde ziyaretçilere sergileniyor.
YÖRÜK ÇADIRLARI
Yükselen yol bizi deniz kıyısından dağların eteklerine doğru taşıdı. Dağın eteklerinden ise yaylalar doğru yükselmeye başladık. Orman içinde yürürken önümüzde yörük çadırları ve keçi otlakları belirdi. Yörükler, yürüyüşçülerin adeta can dostu. Her konuda yardımcı oluyorlar. Özellikle su kaynaklarının nerelerde olduğunu çok iyi bilip, hangi suları çekinmeden kullanacağımızı söylüyorlar. Onlarla sohbet etmek keyif veriyor. Yol bizi Yalı Ömerler mevkiine getiriyor. Boğazcık köyünün girişindeki çeşmeden sularımızı dolduruyoruz. Bu arada Ali’nin sırt çantasının ana kolonu kopuyor. Ali elinde iğne iplik kolonu dikmeye çalışırken, ben Serkan ile köyün içine dalıyoruz. Yürüyüşçülerin konaklaması için köy içinde “Ali’s House” adlı bir tesis var. Yemek fiyatları nispeten daha ucuz. Tesisi köylü kadınlar işletiyorlar. Gönülleri zengin. Bize portakal ve elma ikram ediyorlar. Bu bölgede yaşayanlar, kışı bu yaylada, yaz aylarını ise çok daha yüksek olan Gömbe yaylasında geçiriyorlar. Gömbe, buradaki koca coğrafyada yaşayan herkesin yaylası. Toros’ların üzerindeki Gömbe’ye besi hayvanlar da götürülüyor. Burada yaşayanlar yazın denizden iyice uzaklaşıyor.
KILINÇLI (APOLLONİA)
Köy içindeki Kılınçlı tabelaları takip ederek, köyün daha yüksek tepelerine doğru yürüyoruz. Kılınçlı’yı gelmeden Apollonia’yı görmemiz gerektiğini düşünüyorum. Yüce bir tepe üzerinde yer alan, çıkılması imkansız gibi görünen, kale şeklindeki kentin adının Likya’nın baş Tanrısı Apollon’dan geldiği tahmin ediliyor.
Şehrin kurulduğu ince ve uzun dikdörtgen formlu kayalığın batı yamacı surlarla korunuyor. Klasik dönem Akropolü, yerleşiminin doğusunda kayalık tepe üzerinde. Sonradan Bizans Kalesi olan kalenin batısında Helenistik Döneme ait 10 basamağı görülen bir tiyatro, anıtsal Heroon, 80 yılına tarihlendirilen küçük bir hamamın oluşturduğu merkez yer almakta. Bu merkez, Bizans döneminde de değişmemiş, kiliseler de burada yapılmıştır. Akropolün batı, güney ve doğu taraflarında genellikle kayalık ve sarp yapı hakim.
APERLAİ
Orman içinde, taşlık bir patika zeminde yürüyerek, deniz kenarındaki Aperlai şehrine doğru inişimiz başlıyor. Likya tarihine yol boyunca tanıklık ediyoruz. Bu arada ilginç yol taşları da önümüzü çıkmıyor değil. Taş kümesinden oluşan işaret noktasına birer taş da biz bırakıyoruz. Mezarların, su sarnıçlarının ve lahitlerin arasından yürüyerek gezimizin en güzel duraklarından birisine Aperlai’ye ulaşıyoruz. Müthiş bir manzara ve mavi panjurlu bir ev karşılıyor bizi. Burasının karayolu ile hiçbir bağlantısı yok ve görülmesi zor bir güzellik yumağına sahip. Burada konaklayacağız. Yemekte yine Makarna ve çorba var. Rüzgar sert esiyor.
Aperlai, denizin bir dil gibi içeri girdiği daracık ve upuzun koyda kurulan önemli bir Likya şehri. Zamanının küçük boyutlu bu liman şehri, sonrasında büyük gelişme göstererek, Apollonai’nin yerini alıyor. Yamaca kurulu bu kent 141 yılında yaşanan büyük depremle, denizin içine kayıyor. Hatta bir kısmı su altında kalıyor. Kent Roma döneminde tekrar yapılanmaya çalışsa da 240 ve 530 yıllarındaki depremlerden sonra önemini kaybediyor,7. yüzyılda terkediliyor. Kentin adı “Akar Boğaz” anlamına geliyor. Tüm kenti çevreleyen kalelerle desteklenmiş surlar içinde yaklaşık bin Likyalının yaşadığı tahmin ediliyor.
Biz şimdi o Likya medeniyetin kucağındaki çadırlarımızda uyuyacağız. Suyumuz nerdeyse bitti bitti bitecek. Ama yakında yerleşim olması bizi rahatlatıyor. Akşam yemeğinden önce, iskelede balık tutmaya çalışan kişi ile sohbet ediyoruz. Bu kişinin bir Fizik profesörü olması bizi şaşırtıyor. Koyda kendisine ait minik bir evi var. Evine gelmek için her sefer en yakın yerleşim merkezinden, Aperlai’ye tekne kiralaması gerekiyor. Ancak, buranın doğasını tüm zorluklara rağmen çok sevdiğini söylüyor. Uyku bastırıyor. Ayaklarım sızlıyor. Çanta sırtımı ağrıttı. Dinlenmek için erkenden uyumalıyız.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
KEKOVA
Aperlai’de sabah çok erken uyandık. Dünya harikası bu doğada daha fazla zaman geçirmek için güne erken başlamamız gerekiyor. Sabah ilk işim denize girmek oldu. Çadırda mayomu giyip, elimi yüzümü yıkamadan kendimi antik şehrin tuzlu suyuna bırakıyorum. Deniz bir harika. Sızlayan bacaklarıma ve sırtıma tuzlu su çok iyi geliyor. Ayrıca sivrisinek ısırıkları için tuzlu su iyi bir ilaç olacak. Denizden zinde bir şekilde dönüyorum. Üç gündür sırt çantamızdaki yemeklerle idare ediyoruz. Makarna ve çorba stoklarımız bitmek üzere. Serkan bu sabah kahvaltıda değişik bir kombinasyon deniyor. Corn Flakes’i, köydeki kadınların bir gün önce bize hediye ettikleri portakalın suyu ile karıştırarak yenecek hale getiriyor. Besleyici bir kahvaltımız oldu. Çadırları topladan önce bir süre deniz kıyısındaki şezlonglara uzanıyoruz. Yolu olmayan sadece tekne veya yürüyerek ulaşılan ıssız Aperlai koyu bize çok ama çok iyi geldi. Purple House adlı mavi panjurlu konaklama merkezine uğrayarak ihtiyacımız kadar su alıyoruz. Yoldaki en kıymetle şey su ve 1.5 litresi için yine 5 lira gibi yüksek bedel ödüyoruz. Purple House’yi işleten Rıza bey, 30 yaşlarında. Bu antik arazinin kendisine büyük büyük babasından kaldığını söylüyor. Geçimini, bölgeye gelen turistlerin yemek ve konaklama ihtiyaçlarını karşılayarak sağlıyor. Bölgenin bakir kalması için, turizm işletmesi sahibi olmasına rağmen, tanıtım taraftarı değil. “Burayı kimse bilmesin. Sadece bilen gelsin, yeter” diyor.
YÖRÜK RAMAZAN
Aperlai’den Demre’ye kadar olan bölge Kekova olarak anılıyor ve biz artık bu bölgede ilerleyeceğiz. Kekova dantel gibi koyları ve tabiat yapısı ile bir dünya harikası. Purple House’nin arka kapısından çıkarak Likya yolunda yürüyüşümüze devam ediyoruz. Yol işaretleri çok belirgin. Biraz sonraki koyda bir konaklama yerine daha geliyoruz. Burası Yörük Ramazan’ın yeri. Anlıyoruz ki, Yörük Ramazan, Likya yol işaretlerini, restoranına doğru yönlendirecek şekilde değiştirmiş. Hata dikkat etmezseniz, koca bir daire çizip yine uyanık köylü Yörük Ramazan’ın Sıçak koyundaki restoranına geliyorsunuz. Bulmaca yoldan çıkıp gerçek Likya yolundan 1.5 saat kadar yürüdükten sonra çalı ormanına giriyoruz. Yol iki kişinin yan yana geçemeyeceği kadar dar. Karşıdan gelen turist kafilesine durarak yol veriyoruz. İleride masmavi deniz ve Üçağız’da demirleyen yatlar gözüküyor.
ÜÇAĞIZ (THEİMİUSSA)
Üçağız’a yaklaştıkça yol daha zorlu hale geliyor. Deniz kıyısındaki taşların üzerinden sekerek, kayalara tırmanarak zorlu bir parkurda yürüyoruz. Bir kilometrelik yol, canımıza okuyor. Kan ter içerisinde Üçağız köyünün ilk evlerine ulaşıyoruz. Likya yolu bir evin bahçesine yöneliyor. Biraz tereddüt ediyoruz ama başka yol olmadığı için evin bahçesinden geçmek zorunda kalıyoruz. (Sonrasında, bu evin Likya yolu keşfedilmeden çok önceden yol üzerinde yapıldığını öğrendik)
Üçağız çok güzel bir yerleşim yeri. Pansiyon ve otel fiyatları pahalı değil. Anayolu hala toprak. Büyük bir limanı var. Kekova’yı denizden gezmek isteyenler için ideal bir konuma sahip. Üç ağız sokaklarında dolaşıp, market ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz. Yemek için restoran araştırması yaparken, kapıdaki mönüsünde “Köfte:20 TL” yazan meydanın hemen karşısındaki restoranın sahibi, içeri girince köftenin porsiyonunun 25 lira olduğunu, kapı mönüsünün geçen seneye ait olduğunu söylüyor. Bu uyanıklığı yapmamasını, gelen yabancıların, onlar gibi kötü niyetliler yüzünden ülkemizden iyi intibalarla ayrılmadıklarını anlatıyorum ama anlamıyor. İleride İbrahim restoranda 18 liraya çok daha güzel köfte yiyerek, 3 günden sonra et yemeği ile tanışıyoruz. Gerçekten çok acıkmışız. Sofrada ne varsa, silip süpürüyoruz.
Üçağız’ın antik ismi Theimiussa. Kekova Bölgesi içinde karayolu ile ulaşılan ve gerisindeki verimli araziden yararlanabilen tek kent olan Theimiussa, antik dönemin deniz ticareti açısından önemli bir yerleşim yeri olmuş. Kyaneai ve Tyberissos adlı Likya kentlerine limanlık yapmış. Antik çağdaki deniz ticaretindeki önemi ise, balıkları tuzlayıp saklayacak depolara sahip olmasından geliyor. Şehir içinde Bizans döneminden kalma iki büyük kilise kalıntısı bulunuyor. (Bilgi notu: Antik çağdaki ticaret gemilerinde et ve balık bozulmasın diye ancak tuzlanarak uzun yolda korunabiliyordu. Bu nedenle o dönemde tuz, altından daha kıymetliydi)
KEKOVA ADASI (DOLİKHİSTE)
Restorancı İbrahim ile vedalaşıp yola koyulduğumuzda yediğimiz yemeğin ağırlığı üzerimize çöküyor. Üçağız’ı Antalya’ya bağlayan toprak yoldan yürüyerek yükseliyoruz. Yükseldikçe, Kekova’nın muhteşem manzarası arkamızda tablo gibi beliriyor. Solumuzda tersane koyu var. Halen aktif. Sağımızda Klasik döneme ait olduğu sanılan bir gemi gözetleme kulesi bulunuyor. Tersane koyuna geldiğimizde, eskiden kullanılan palamar halkaları, palamar babaları ve sarnıç kalıntıları dikkat çekiyor. Karşımızda bulunan Kekova adası ise Üçağız’ı ve Tersaneyi Akdeniz’in hırçın dalgalarına karşı koruyan bir mendirek konumunda. Tersaneyi geçince yol ikiye ayrılıyor. Sağ tarafa uzanan yolda Semene kalesi var. Kale müze haline getirilmiş ve biletle gezilebiliyor. Kaleden bakınca manzaranın müthiş olacağını düşünüyoruz ama yediğimiz yemeğin ağırlığı, oldukça yüksekteki kaleye çıkmamızı engelliyor. Biraz daha yürüyerek gece konaklayabileceğimiz yer arıyoruz. İşte orada karşımıza rüyalarımızda bile göremeyeceğimiz bir vaha ve muhteşem ev sahipleri çıkıyor.
BEŞİNCİ BÖLÜM
BİR EFSANE KOYDAYIZ
Yorgunuz ve uykumuz var. Dağda yatacak yer ararken, deniz kıyısında girdiğimiz tahta barakanın içi bize cennet gibi geliyor. İçeride buzdolabı, divan, tahta oturma grupları ve mutfak var. “Burada oturabilir miyiz biraz?” diye soruyorum. Sonradan oranın sahibi olduğunu öğreneceğimiz Veli Oğuz bey gülerek, “İsterseniz kalabilirsiniz de..” diyor. Çantalarımızı sırtımızdan indirip, terden ıslanan fanilalarımızı değiştirirken, masaya bir kaç iskemle daha ekleniyor. Yemeğe davet ediliyoruz. Sofrada, Türkiye’nin sera merkezi olan Demre’den sera üreticileri Ahmet Cengiz ve Cihat Özen, bir ziraat mühendisi ve hal satın alma görevlisi Veli bey var. İki Veli’yi birbirinden ayırmak için birine büyük, diğerine küçük Veli diyorlar. Onca zorluktan sonra denizin kıyısında bir vahada olmanın keyfini çıkartıyoruz. Birazdan Zodyak botla gelen Mustafa bey de yemeğe katılıyor.
KAÇAKÇININ YERİ
Şehre uzak olan bu tesisin ne amaçla yapıldığını merak edince, bilgiyi sahibi Veli Oğuz’dan alıyorum. Meğerse biraz daha yürümüş olsak, Kekova’da mavi yolculuğa çıkan bütün yatların ve gezi teknelerinin konakladığı harika bir koya gelecekmişiz. Veli bey, birçok turizm acentası ile iletişim kurarak, o harika koyda demirleyen teknelerin yolcularını, kendi sandalı ile akşam saatlerinde restoranına getiriyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde ise restoran, bara, ve hatta diskoteğe dönüşebiliyor. Ve gecenin sonunda, müşterilerini, yine teknelerine bırakıyor. İngilizcede “Kaçakçının yeri” anlamına gelen Smugglers inn’de bazı sıcak yaz gecelerinde çoğu yabancı 300 kişinin eğlendiğini, şu anda bu yaz için 3 bin civarında kesinleşen rezervasyonu olduğunu söylüyor. Burası Demre’ye yürüyerek 6 saat, denizden 15 dakika uzaklıkta. O nedenle birçok Demreli, denizden tekneleriyle gelip, turistlerin gece eğlencesine ortak olmak istiyor. Veli bey, her Demreliyi kabul etmediği için, giremeyenlerin asılsız şikayetlerine maruz kaldığını söylüyor. Bu nedenle birkaç kez Smugglers inn kapatılmış. Gece olunca Smugglers inn’i bize bırakıp, sahibi de dahil olmak üzere herkes tekmesine binerek evlerine gidiyor. Anlıyoruz ki turizm sezonu hala açılmamış.
BUGÜN DİNLENECEĞİZ
Geceyi, divanların üzerinde, çadır kurmadan uyku tulumunda geçiriyoruz. Böcek ve sinekler için açıkta kalan yerlerimize haşere kovucu sürerek kendimizce önlem alıyoruz. Sabah uyandığımızda Smugglers inn’de bir gün geçirmeye karar veriyoruz. Çünkü harika bir hava var ve deniz çok güzel. Deniz bu bölgede sanki nehir gibi dağların arasına iki kilometre kadar girmiş. Deniz nehrine benzettiğim bu suya küçük yatların bile girmesi olanaksız. Ancak, 3-4 metrelik sandallar dönebiliyor içerisinde. Sabah Zodyak botuyla Mustafa geliyor. Mutfağa girerek Serkan ile birlikte nefis bir kahvaltı hazırlıyorlar. Mustafa’ya nasıl bu kadar erken gelebildiğini soruyorum. Meğerse Mustafa mavi yolculuk yapan 8 kamaralı bir teknenin sahibiymiş. Teknesi ise biraz ilerideki o güzel koyda duruyormuş. Mayolarımızı giyerek deniz keyfi yapıyoruz. Serkan, kano ile deniz nehrinde dolaşıyor. 15 dakika uzaklıkta harika bir koy olduğunu söylüyorlar. Yürüyerek gidip, kayaların üzerinden bembeyaz plajına bakıyoruz o bakir koyun. 4 günden sonra ilk kez tıraş olup, ikinci kez soğuk suyla duş alabiliyorum. Bu bile büyük nimet. Mustafa akşamüzeri Demre’ye teknesi ile gideceğini, isterse bizi de götürebileceğini söyleyince çocuklar gibi seviniyoruz. Likya yürüyüşüne, bir de mavi yolculuk ekleyeceğiz.
DEMRE LİMANI (ANDRİAKE)
Önce Zodyak bot, ardından büyük tekne sandalı ile devam eden deniz yolculuğumuz Demre Limanında yani Andriake antik şehrinde sona eriyor. Demre’nin yerleşim merkezi, antik adıyla söyleyecek olursak Myra, limandan 5 kilometre içerinde. Bugünkü Demre limanının olduğu yer, yıllar öne Myra’nın liman şehri Andriake olarak adlandırılıyordu. Bugün nasıl Demre ile Demre limanı birbirini tamamlıyorsa, yıllar öncesinde de Likya’lılar için Myra ve Andiake aynı anlamı taşıyordu. Myra, Likya’nın 6 önemli şehrinden birisiydi ve 5. yüzyıldan sonra başkenti oldu. Andriake limanın tarihsel önemi ise başkentin limanı olmasının yanında, Likya birliği Gümrük yasasını içeren yazıtın bu limanda dikili olmasından geliyor. Andriake’ye ait kalıntılar iç limanın kuzey, güney ve doğusunda yaygın. Bu alanda Granarium (Tahıl depolanan yer), Agora (Ticaret merkezi), 4 kilise, 1 sinagog, 2 hamam, sarnıçlar, depolar ve dükkanlar dışında henüz tanımlanmamış çok sayıda yapı kalıntısı bulunuyor.
Agora, yani Andriake Ticari Merkezi ve gümrük binası, antik kaynaklarda geçen ve bölgeye ilk gelen gezginlerce de benimsenen ismiyle Plakoma olarak biliniyor. Andriake limanının biraz gerisinde bulunan antik silolarda, gemilerle getirilen tahılın depolandığı anlatılıyor kitaplarda. Antik silo, bugün Andriake müzesi haline getirilmeye çalışılıyor. Ancak bu müzenin ne zaman açılacağı konusunda bilgi edinemedik.
DEMRE’DE KARAVAN KEYFİ
Demre limanında bizi Sera üreticisi Ahmet Cengiz karşılıyor. Kıyıda Andriake kamping olduğunu, istersek orada çadır kurabileceğimizi, istersek sahildeki karavanında bizi ağırlayabileceğini söylüyor. Karavan’ı görmeye arabası ile gidiyoruz. Karavan dediği şey, bir kamyon karoseri üzerine oturtulmuş, tahtadan yapılmış, 2 oda bir salon ev. Banyosu, tuvaleti ve geniş bir mutfağı var. Karavanda kalmaya karar veriyoruz. Önümüz deniz. Ateş yakıp, kasaptan aldığımız etleri pişirirken, “iyi ki bu yolculuğa çıkmışız” diyoruz.
BÖLÜM 6
DEMRE (MYRA)
Demre’de sabah kahvaltısını bir börek evinde yaptık. Yeni açıldığı için olacak, sağlam börek yapmıştı. Börek yanında ikram edilen domatesler harikaydı. Domatesin kilosuna kaç lira ödediğini sordum. “Burada kimse domatese para vermez” dedi. Bir gün önce arkadaşlık ettiğimiz ve karavanında konakladığımız Ahmet Cengiz ile arkadaşı Cihat Özen, Demre’nin en büyük sera üreticilerindendi. Türkiye domatesinin yüzde 30’unun Demre ve Kumluca bölgesinden karşılandığını söylemişlerdi yemekte. 40 ile 80 kuruş arasında toptancılara satıyorlarmış üretimlerini. Biber ise para etmiyormuş bu yıl. Onun için serada bırakmışlar biberlerini. Toplama maliyetinden kurtulmak için. Bir de “Demre kağıdı” denen bir para sistemi varmış toptancı halinde. Çek ve senetten çok farklı olan “Demre kağıdı” toptancı halinde para yerine kullanılıyormuş. Sadece Demre bankalarında karşılığı olan, Demre dışında hiçbir bankanın paraya çevirmediği bir kağıtmış. Ödemeleri kolaylaştırmak için geliştirilmiş bir bankacılık sistemi olarak algıladım Demre kağıdını.
Kahvaltıdan sonra kendimize iki hedef belirledik. Önce Neol Baba’nın yaşadığı, merkezindeki St. Nikolaos kilisesine, sonrasında da Likya’nın başkenti olan, Demre’nin hemen arkasındaki dağın yamacına kurulmuş olan Myra ören yeri ve müze alanına gitmeye karar verdik
ST NİKOLAOS (NOEL BABA)
Noel baba kilisesi, Demre’nin tam merkezinde bulunuyor. Gittiğimizde içeride çok sayıda turist grubunun olduğunu gördük. Noel Baba’nın mezarı olduğu belirtilen yerin önünde, hristiyanların ellerini cama dayayarak dua etmelerini izledik. Kilise, güzel bir müze haline getirilmiş. Bütün dünyada Noel Baba olarak tanınan Aziz Nikolaos, Likya kenti Patara'da doğuyor ve Demre’de yani Myra’da yaşıyor.
Noel Baba'nın hikâyesi şöyle: MS 300 yılı civarında, Patara refah içindeyken, kentte yaşayan zengin buğday tüccarının bir oğlu olur ve ona Nikolaos adı verilir. Doğduğunda göğün bir hediyesi, ana-babasının dualarının ve sundukları adakların bir meyvesi, fakirlerin bir kurtarıcısı olarak dünyaya geldiğine işaret edilir.
Denizcilerin ve öğrencilerin de koruyucusu olduğuna inanılan Aziz Nikolas'ın 6 Aralık 343'te 65 yaşında iken öldüğü sanılmaktadır. Myra'lılar onun adına bir kilise inşa ederek içindeki lahitte onu sonsuz uykusuna bırakmışlardır. Nişler içinde yer alan lahitlerden birinci niş içindeki akanthus bitki yapraklarıyla süslü Roma Devri lahdinin Noel Baba'ya ait olduğu kabul edilir. Hatta Noel Baba'nın lahdi üzerindeki balık pulu deseninin, denizcilerin de azizi olmasından kaynaklandığı düşünülür.
Haçlı Seferleri sırasında 20 Nisan 1087'de Bari'den gelen tüccarlar Aziz Nikolas'ın kemiklerini çalıp Bari'ye götürdü ve yaptıkları bazilikaya gömdüler. Onun olduğu sanılan geride kalmış bir kısım kemik ise bugün Antalya Müzesi'nde muhafaza ediliyor. Noel Baba Kilisesi her yıl dünyanın dört bir tarafından gelen çok sayıda ziyaretçiyi ağırlıyor.
MYRA ANTİK KENTİ
Myra, Demre’nin yaslandığı dağın eteklerinde Demre Çayı üzerinde kurulu en büyük Likya şehirlerinden birisi olarak biliniyor. Zaten bir süre sonra da başkent oluyor. Myra’nın sonunu Demre çayı hazırlıyor ve dağdan getirdiği alüvyonlar, antik şehrin büyük bölümünü toprak altında bırakıyor. Myra kazılarını yapan Prof. Dr. Nevzat Çevik, tıpkı lavlarla kaplı Pompei kenti gibi bugünkü Demre’nin altında da yüksek alüvyon örtüyle kaplı büyük bir kent yattığını söylemekte.
Myra kent tarihi Likya tarihiyle birlikte MÖ 3. binlere kadar uzanmaktadır. Kentin adının ünlü Myra yağının (Mür) üretildiği mersin bitkisinden geldiği sanılmaktadır.
Myra Helenistik dönemde kurulan Likya Birliğinin 6 büyük üyesinden birisidir ve bu özelliğiyle Orta Likya’nın birlikte 3 oy hakkına sahip tek kentidir. 141 ve 240 yıllarında meydana gelen depremler tüm Likya kentlerinde olduğu gibi Myra’da da etkisini göstermiştir.
Hıristiyanlığın başlangıcından itibaren Likya’nın en ünlü ve önemli kenti, St. Nikolaos’un öğretisini geliştirdiği ve yayarak tüm yaşamını tamamladığı yer olması nedeniyle Myra’dır. 408-450 yılları arasında Myra, Likya’nın dini ve idari başkenti oluyor.
Myra’nın en görkemli yapıları olarak kaya mezarları ve antik tiyatrosu gösterilmekte. Bu bölüm, şu anda müze alanı olarak hizmet veriyor. Kaya mezarları hala tazeliğini koruyor. 104 kaya mezarı belirlenmiş. 4 mezar birden fazla odaya sahip. Diğerleri tek odalı. 23 kaya mezarının üzerinde yazıt var.
Antik tiyatrosu da tüm haşmeti ile günümüzü selamlıyor. Tiyatro 11 bin 500 kişilik ve dönemin en büyük tiyatrosu. Üst kısmında localar yer alıyor. Sahne binasının 3 katlı olması, azametini anlatmak için yeterli. Myra, hayranlık uyandıran bir görüntüye sahip ve gördüğüm tarihsel değer, kolay kolay gözümün önünden gitmeyecek. Demre’ye yolu düşen herkesin bu ihtişamlı müze alanını görmesi Likya tarihini öğrenmesi gerek diye düşünüyorum. Çıkışta bir portakal suyu içmek istiyoruz. Bir bardak portakal suyunun, müzede 3, kapının dışındaki kafelerde 1 lira olması garibime gidiyor.
DAĞ YOLU ÇOK ZORLU
Demre’de bir gece daha kalmaya karar veriyoruz. Kekova’yı yürüyerek geçtik. Doyumsuz manzaranın tadına vardık. Şimdi önümüzde Kumluca’dan başlayacak yeni etaplar var. Demre-Kumluca arasında Likya yolu, karayolunu takip ettiği için bu uzun alanı araba ile geçmek en doğrusu olacak. Aslında Demre’den sonra Likya yolu ikiye ayrılıyor. Dağdan giden bir yol daha var Kumluca’ya. Ancak bu yolu geçmek isteyenler bin 800 metre yüksekliğindeki Beydağlarını aşmak zorundalar. Dağ yolundan gitmek, biraz da dağcılık gerektiriyor. Bu yolu tercih edenler, karayolundan gidenlerden farklı olarak sadece Alakilise’yi görecekler. Sera üreticisi arkadaşımız Ahmet arabasını yarın Kumluca’ya tamire götürecekmiş. Biz de 40 kilometrelik bu mesafeyi onunla gitmeye karar veriyoruz.
BÖLÜM 7
FİNİKE VE KORSAN KOYU
Sabah kahvaltısına karavanın sahibi Ahmet ile sera üreticisi arkadaşı Cihat geldi. Hep birlikte karavanın bahçesinde güzel bir kahvaltı yaptık. Eşyalarımızı arabaya yükledikten sonra, Finike ve Kumluca’nın güzel koylarını camdan seyrederek Likya yoluna koyulduk. Likya yolu bu bölümde asfaltı takip ettiği için, yürüyüşçülerin büyük bölümü bizim gibi taşıt kullanıyormuş.
“Gavur yolu” da denilen dağ yolunda neler var diye notlarıma baktım. En önemli Likya yerleşimini Alakilise oluşturuyormuş. Ama bu tarih hazinesine iyi bakılmadığı için oldukça tahrip olduğu söyleniyor. Etrafında gözetleme kulesi, kaya mezarları ve çiftlik evleri bulunduğu ifade ediliyor görenler tarafından. Ayrıca, yine Demre’nin üst taraflarında Papaz Kayası olarak adlandırılan bir tepe, Likya’lılar tarafından kutsal alan olarak kullanılmış. Yılanbaşı mevkiinde ise iyi korunmuş bir kale ve gözetleme kuleleri yer alıyormuş.
Tüm bu bilgilerden anlıyoruz ki, Likyalılar, Kekova’nın labirent gibi adalarının arkasına liman şehirleri kurarak ticaret yapmışlar. Denizden gelebilecek düşman saldırılarına karşı, Kekova koylarının girintilerini kullanarak bir savunma ağı oluşturmuşlar. Karadan, yani Toros dağlarını aşarak gelebilecek saldırılar için de dağın 1700- 1900 metre yükseklerinde kaleler inşaa ederek, sırtlarını sağlama almaya çalışmışlar.
FİNİKE (PHOINIKOS)
Phoinikos antik kenti, Finike ilçe merkezinde bulunuyor. Likya kent birliğinin önemli liman şehirleri arasında yer alan Phoinikos, eskiden olduğu gibi günümüzde de Elmalı ilçesi ile bölgenin irtibatını sağlıyor. Finike’deki kötü yapılaşmanın, üzerine kurulduğu antik şehrin eserlerini tahrip ettiğini söyleyebiliriz. Ne yazık ki, Finike’de, Likyalılardan günümüze ulaşan tarihi yapı çok az. Finike açık denize baktığı için, düşman saldırısına en fazla uğrayan bölge olmuş. 655 yılında Mısır ve Suriye donanmaları tarafından kuşatılmış. Yenildikleri bu savaş sonrasında, Likyalıların bölgedeki egemenliği giderek azalmış ve salgın hastalıklarla birlikte yok olmalarına neden olmuş..
LİMYRA
Finike-Kumluca arasında, denizden oldukça içeride yer alan Limyra antik şehri, ilk dönemlerde Likya birliğinin başkenti de oldu. Tüm Likya şehirlerinde görülen antik tiyatro, Limyra’da biraz daha farklı yapılmış. Bu yapının en ilginç özelliği, Roma tarzında, tüm izleyici yerleri ve sahnesini güneş ışınlarından koruyan bir tentesinin bulunması. Limyra antik kentinde, 400’ü aşkın kaya mezarı olduğu bilinmektedir. En önemli kaya mezarı, Augustus’un manevi oğlu ve torunu Gaius Cesar için yapılmış olanıdır. Cesar’ın külleri Roma’ya yollanmış ama yine de Likyalı sanatçılar tarafından bu anıt mezar tamamlanmış.
MAVİKENT (GAGAİ)
Kentin adının Likya dilinde “Toprak” anlamına gelen “Ga” kelimesinden üretildiği sanılmaktadır. Rivayete göre batmakta olan bir Likya gemisinin erlerinden birisi sisler içinde kara parçasını görünce “Ga - Ga” diye bağırmaya başlar. Toprağa ulaşılınca bu beldenin adı Gagai olarak kalır. Yakınlarında ismi kentten esinlenen “Gages” adlı bir akarsu ve “Gagates” isimli bir maden ocağı bulunduğu bilinmektedir. Gagai, sikke basan ilk kentlerden bir olmuştur.
Finike, Kumluca, Limyra ve Mavikent, bugün yoğun yerleşim altında. Evler birbirini takip etmekte, kalan boş alanlara yapılan seralar ise 3 bin yıllık tarihin üzerini örtüyor. Ayrıca kötü kullanım ve tarihe olan ilgisizlik yanında önemli bazı eserlerin yurt dışına kaçırılması, büyük bir turizm hazinesinin yok olmasına neden olmakta.
KORSAN KOYU (MELANIPPE)
Mavişehir ve Karaöz’den sonra gelen Korsan Koyu, antik çağda savaş ve korsan gemilerinin saklanabilmesi için ideal bir girinti oluşturuyor. Doğal bir liman görüntüsündeki Korsan Koyunda, Likyalılar döneminde Melanippe adlı küçük bir liman şehri oluşturulmuş. Gagai’ye bağlı bu liman şehrinden bakıldığında, karşı kıyıda Gagai, yani Mavişehir ve Karaöz net bir şekilde görülebiliyor. Melanıppe’nin zamanındaki önemi çevresindeki diğer yerleşimlere de hizmet veren korunaklı yapısından geliyor.
Bugün kamp alanı olarak kullanılabilen Korsan koyuna, araçlar toprak bir yoldan ulaşabilmekte. Ancak yolun bozuk olması, yine de bu koyu ıssız kılan en büyük etken. Koyda, duş ve tuvalet bulunması nedeniyle özellikle yaz aylarında çok sayıda kişi kamp yapabiliyor. Korsan koyu, bazı ziyaretçiler tarafından kötü kullanıldığı için üzülerek söylemek gerekir ki, biraz pisletilmiş. Oysa herkesin çöpünü atabilmesi için, modern çöp tenekeleri koyda var.
Korsan koyunda çadırımızı kurduk, yüzdük. Biraz sonra koya gelen kızlı erkekli 20 kişilik Ukraynalı yürüyüş grubu ile sohbet ettik. Bizlere, harika bir ülkede yaşadığımızı, her tarafın tarih koktuğunu, bu topraklara iyi bakmamış gerektiğini söylediler.
Pancar motoru olarak adlandırılan teknesiyle koya gelen balıkçı Ramazan’dan 50 lira ödeyerek akşam yemeği için 1.5 kiloluk bir Baraquda, 1 kiloluk Grida ve 4 adet Sokar, 1 Lokum balığı aldık. Güvenli bir ateş yakıp, çok ucuz fiyata aldığımız, Akdeniz’in en güzel balıklarının tadına baktık. Beyaz bir Kangal köpeği, balık kokusunu alınca yanımıza geldi ve bir parça balık karşılığında tüm gece çadırlarımızı bekledi.
BÖLÜM 8
GELİDONYA FENERİ VE ADRASAN
Korsan Koyundan Adrasan’a kadar, Likya Yolunun tek seferde geçilmesi gereken en uzun yolunu yürümek için toparlanıyoruz. Bu yol 19 kilometre uzunluğunda ve üzerinde hiç yerleşim merkezi olmadığı gibi su kaynağı da bulunmuyor. Dolayısı ile 8 saatlik zorlu bir yürüyüş bizi bekliyor. Akşamdan ayırıp, sefertasında sakladığımız balıkları da sofraya koyarak güçlü bir kahvaltı yapıyoruz. Adrasan’da market olduğu için yiyecek stoklarımızdan ağırlık yapanları da kuşlara ikram ediyoruz. Yolda yemek için sadece corn fleks ve enerji vermesi için ona karıştıracağımız meyve suları var çantamızda. Çantamızın kalan boşluklarına dolu su şişelerini yerleştiriyoruz. Her birimizin çantasında 3 litreden fazla su var.
GELİDONYA FENERİ
Korsan Koyundan yarımadanın burnuna doğru bir süre toprak yoldan yürüyoruz. Yol sonrasında sola doğru kıvrılarak orman içine giriyor. Şimdiye kadar ki en dik dağ tırmanışımızı yapıyoruz. Bu tırmanışta, her 20 metreden bir soluklanmamız gerekiyor. Balık verdiğimiz beyaz Kangal köpeği de bizimle birlikte yürüyor tüm yolu. Daracık, ama dimdik patika, bir saatlik yürüyüş sonunda bizi, masallarda anlatılan Gelidonya fenerine getiriyor. Fenerin bulunduğu yerin adı “Taşlık Burnu” olarak geçiyor. Fenerin bir bekçisi yok. Kendi sistemi içerisinde çalışıyor. Burnun biraz açığında, depremler nedeniyle burundan kopan irili ufaklı adacıklar yer alıyor. Gemiler için gerçekten çok tehlikeli kaya tuzaklarının bulunduğu yerler var.
Kısa bir moladan sonra Gelidonya Fenerinden ayrılıyor ve saha da yükseğe çıkmaya başlıyoruz. Yükseldikçe Fenerin ve hakim olduğu burunun görüntüsüne bakmak dayanılmaz oluyor. Çok uzun bir yolumuz var ve Adrasan’a kadar daha iki dağ geçmek zorundayız. Serkan’ın ayak bileğindeki şişlik yürümesini zorlaştırıyor. Ali’nin ayağına kramp giriyor. Ben çok yorgunum ve suyum bitmek üzere. Yolda suyu bitmek üzere olan iki turist ile karşılaşıyoruz. Su istiyorlar ama veremiyoruz. Çünkü bizde de birer yudum su var. Yol boyunca biz eşlik eden Kangal köpeği, bizi bırakıp o turistlerle, evine, Korsan Koyuna geri dönüyor. Havanın kararmasına çok az bir zaman kalan Adrasan’ı görüyoruz. Adrasan’a girişte bir çeşme bize hayat veriyor.
ADRASAN
Adrasan, günümüzde önemli bir turizm merkezi. Nefis bir kumsalı ve dalgalanmayan, doğal liman görüntüsündeki tertemiz denizi ile ilgi görüyor. Meyvesini sonbaharda veren Nar ağaçları, Adrasan’ı hem süslüyor hem de ekonomisine ikinci bir artı değer kazandırıyor.
Adrasan koyunun kuzeyinde bulunan ve Kızkalesi Tepesi olarak adlandırılan yerde Likyalılara ait savunma amaçlı yapılar, tepenin zirvesinde de gözetleme kulesi bulunmaktadır. Adrasan koyuna tamamen hakim olan bu kule, Osmanlı Döneminde de kullanılmış. Koyun batısında Çakmak Mahallesindeki tepede yer alan Bizans Kalesinin kuzeydoğusunda Adrasan Limanı ile Kızkale Tepesi kalenin görüş alanı içinde bir bazilika inşa edilmiş. Kale, etrafındaki ovayı kontrol etmek için yapılan bazilika ile ayrıca, yöre halkına kaçış olanağı sağlanmak istenmiş.
Sahile ulaşınca adım atacak halimiz kalmadığını düşünerek Adrasan Marketin sahibi Mehmet dayıdan izin alarak önündeki boş alana çadırlarımızı kuruyoruz. Adrasan’ın arkası yüksek dağlarla kaplı ve güneş, daha havanın kararmasına saatler kala dağın arkasına geçince, gölgede kalan Adrasan’ın adeta otomatik soğutması devreye giriyor, doğal klima çalışıyor. Bu da bunaltıcı yaz aylarında Adrasan gecelerinde mükemmel serinlik yaşatıyor.
Adrasan’da denize girmek büyük keyif. Turizm sezonu Mayıs’ın 15’ini geçmemize rağmen henüz açılmamış. Kıyı şeridinde 20’ye yakın market olmasına rağmen, çoğunun içki satış ruhsatları belediye tarafından iptal edilmiş.
DOKUZUNCU BÖLÜM
OLİMPOS
Sabah erken saatlerde Adrasan’dan ayrılırken, yönümüzde Olympos vardı. Ancak Olympos’a yürüyerek gitmek için bir zorlu dağı, Musa dağını aşmak gerekiyordu. Aslında Olympos’a, Adrasan’dan gezi tekmeleri ile de gidildiğini hatırlıyordum ama son 6 senedir Olympos sahiline tekne yanaşması yasaklanmış.
Gerçi daha turizm sezonu tam anlamıyla açılmamış ve gezi tekneleri Adrasan’da yoğun anlamıyla çalışmaya başlamamıştı ama tekne ile gidebilseydik, iki bakir koyu görme şansımız olacaktı. Bu koylardan ilkinin adı Ceneviz koyuydu ve Piri reis haritalarında Teke yarımadasındaki en önemli sığınma koylarından birisi olarak gösterilmişti. İkinci büyük koy Sazak koyu olarak anılıyordu ve şimdi mavi yolculuk yapan yatlarının demirlediği bu koy, dalgalardan saklanmak isteyen Likya gemilerin kaçış noktasıydı.
Üzerinde konaklama olanağının ve içme suyu kaynağının bulunmadığı Musa dağını zorlukla aşabildik. Çıkan bir orman yangını sonunda, yol üzerinde çok sayıda ağacın yandığını üzülerek gördük. Sandal ağaçlarının renkleri ve dallarının uzama biçimi oldukça ilginçti.
OLİMPOS
Likya’nın en önemli şehri olan, antik özelliğini hala koruyan, mimarisi en az bozulan, birçok yapısı yıllara direnen Olympos’taydık artık. Yorgunuz ve hemen çadırlarımızı kuracak bir yer bulmalıyız. Olympos antik şehrinin içinde kamp yapmak yasak olduğu için, oteller bölgesinde bir tesisin içinde kalacağız. Kadir’in ağaç evleri çok ilgi çekici ama güler yüzlü Kemal Atalay ile eşinin işlettiği ASO restoranın geniş arka bahçesi de, kampçılar için düzenlenmiş. Duş ve tuvaleti temiz. Bir zeytin ağacının altına çadırlarımızı kurarak yorgunluk atıyoruz. Karnımızı doyururken, Olympos ile ilgili notlarıma bakıyorum.
“Yüksek dağ” anlamına gelen Olympos şehrinin kuruluş tarihi, kesin bilinmiyor Ama şurası kesin ki, Likyalılardan çok önceye dayanıyor. Olympos, Likya Birliğine katıldıktan sonra, 3 oy hakkına sahip 6 ayrıcalıklı kentten birisi oluyor. Hatta birlik başkanı da çoğunlukla bu kentten seçiliyor. İhtişamından dolayı, korsanların en çok saldırısına uğrayan Likya şehri Olympos oluyor. Limanı korunaklı olmadığı için, şehir, sık sık korsanların eline geçiyor. Roma donanması, şehri korsanlardan kurtarmak için zaman zaman Likyalılara yardım ediyor.
Olympos’u şu sıralarda hiç de gücü olmayan Göksu çayı ortadan ikiye bölüyor. Derenin iki tarafına yayılmış şehrin mimarisinde Yunan, Roma ve Bizans izlerine rastlanıyor. Antik dönemde, şehrin iki yakası bugün bile kalıntılarına rastlanan bir köprü ile bağlanmış. Roma dönemi yapıları köprünün sağ tarafında, Bizans dönemi yapıları ise ağırlıklı olarak sol tarafında yer alıyor.
OLYMPOS BUGÜN MÜZE
Olympos antik şehri, müze olarak hizmet veriyor ve girişte ücret ödeniyor. İçerisinde çok sayıda kaya mezarı, hamam, kilise, tapınak yer alıyor. Tiyatrosu, evleri sokakları ile Olympos, yarısına yakını ayakta kalmış bir hazine. Ana caddesi olan Liman caddesinin başında anıtsal mezarların yoğunluğu dikkat çekiyor. Roma dönemine ait bu mezarlardan en özgünü, üzerinde gemi kabartması ve yazıt bulunan Kaptan Eudemos’un lahti. Aynı cadde üzerinde değirmen ve köprü kalıntıları da var. Değirmenin su kanalı bugün yürüyüş yolu olarak kullanılıyor. Bir bölümünde ise hala su akıntısı bulunuyor. Olympos antik şehrinin sonunda ulaşılan deniz ise tatil yapmak isteyenler için biçilmiş kaftan.
Liman Caddesinden kara tarafına doğru yüründüğünde ise yolun sonunda, yani müze giriş kapısına yakın yerde Olympos’un yaşam alanı olan sokaklarına, ikinci katları da ayakta kalan evlerine rastlanıyor. Odalar, ara kapılarla birbirlerine açılıyor. Yani kimsenin özel yaşam alanı yokmuş gibi geliyor.
15.yüzyılda, tüm yarımada gibi Olympos da Osmanlı topraklarına katıldı. Hastalıklar nedeniyle yaşamın sona erdiği Olympos’ta Osmanlı yerleşim yeri kurmadı, bina yapmadı. Böylece kentin ortaçağ dokusu korunarak günümüze kadar ulaşmış oldu. 18. Yüzyıldan sonra Yörükler tarafından kullanılan Olympos antik şehrinde kazı çalışmaları 1990 yıllarında başladı. Halen arkeolojik kazıların devam ettiği, ziyarete kapalı bölümler bulunuyor.
ÇIRALI
Olympos sahili yaklaşık 3 kilometreyi buluyor ve sahilin sonunda Çıralı yer alıyor. Rivayet odur ki, Helenistik dönemde, korsanlar bir gece Çıralıyı ele geçirmek istiyorlar. Güçlü korsan donanması karşısında direnme gücü olmayan bir avuç Likyalı, yaktıkları çıraları öküzlerin boynuzlarına bağlayarak kumsala salıyorlar. Uzaktan hareket eden yüzlerce alev gören korsanlar ise, “çıralı bu kadar adam varsa, çırasız kim bilir ne kadardır” diyerek uzaklaşıyor. Çıralı adının da buradan geldiği anlatılıyor yaşlılar tarafından.
YANARTAŞ (KHIMAIRA)
Olympos Antik Kentinin kuzeyinde yer alan Çatal Dağının doruklarındaki kayaların arasından çıkan metan gazı, yıllardan beri sönmeyen bir ateşi oluşturur. Antik çağdan beri sönmeden yanan ateş, çeşitli efsanelerle hayat bulur. “Likya’nın sönmeyen ateşi” olarak adlandırılan Khimaira için tarihçi Homeros tarafından aktarılan efsane, Bellerophontes ile Khimaira isimli canavar arasında geçen mücadeleyi anlatmaktadır. Yeraltı yaratıklarından Typhan ve Ekhidna’nın birleşmesinden doğan Khimaira’nın, öldürülmesi sırasında son nefesini verirken bile ağzından alevler çıkması, “Yanartaş” efsanesi ya da “Likya’nın sönmeyen ateşi” olarak günümüzde de anlatılmaktadır. Bir başka mitolojiye göre, Hephaistos, doğduğunda çirkin bir görünüme sahip olması nedeniyle, Zeus tarafından Olympos Dağından fırlatılır. Çirkinliğiyle birlikte topallığı nedeniyle diğer tanrılar tarafından hor görülen Hephaistos, yer ve gökyüzünden kaçarak yanardağların altına yerleşir ve kendisine demirciliği meslek edinir.
ONUNCU BÖLÜM
PHASİLİS
Olympos’u herkesin mutlaka görmesi gereken bir tarih hazinesi olarak işaretledikten sonra, rotamızda Phaselis var. Likya yolu Çıralıdan sonra ikiye ayrılıyor. Bir yol sahilden Phaselis’e ulaşıyor. Diğeri ise dağlar üzerinden Elmalı’ya kadar gidiyor. Bizim ne dağdan, ne de sahilden yürüyecek halimiz kalmadığı için, son durağımız olan Phaselis’e dolmuş ile gitmeye karar veriyoruz. Yürüyüşümüzde ilk kez taşıt kullanacağız. Olympos’tan bindiğiniz dolmuş, bizi asfalt yoldan 30 kilometre uzaktaki Antalya-Fethiye karayoluna ulaştırıyor. Buradan Antalya tarafında giden ikinci bir dolmuşa binerek Phaselis yol ayrımında iniyoruz..
PHASELİS
Artık dönüş yolunda ve medeniyetin içinde olduğumuz için, çantalarımızda su ve yiyecek ağırlığı yok. Antalya Yol ayrımından Phaselis’e kadar olan 2 kilometrelik bölümü asfalt yoldan zorlanmadan yürüyoruz. Phaselis bir ören yeri ve müze ücreti ödenerek geçiş sağlanabiliyor. Phaselis’in coğrafi özelliği, avuç içi kadar bir yer olmasına rağmen, üç farklı limanı sahiplenmesi. Akdeniz’in dantel gibi ördüğü Phaselis’e girince, aynı anda görülebilen 3 liman, ne tarafa bakacağınızı şaşırtıyor, baş döndürüyor.
Kemer İlçesi, Tekirova sınırları içerisinde yer alan, arkeolojik değerlerinin yanında sahip olduğu doğal güzellikleriyle de dikkatleri çeken Phaselis, MÖ.650 yıllarında Rhodos şövalyeleri tarafından kuruluyor. Sonrasında Likyalıların eline geçen kent, ticaret olanaklarının genişliği nedeniyle zenginleşerek güçleniyor. Ama Phaselis’in bir de kötü şöhreti var. Kurnaz ve sahtekarların yeri olarak anılıyor, Akdeniz ticaretinde ve Likya birliğinde.
MÖ 334 yılında Makedon komutan Büyük İskender tarafından fethedilen kent, İskender’in 33 yaşında ölümünden sonra, Mısır’ı idare ile görevlendirdiği komutanı Ptolemaios’un yönetimine geçiyor. Phaselis, zenginliğinden dolayı korsanların baskınlarına da sık sık uğruyor. Döneminin en korkunç korsanı olan Zenekites, Olympos’ta yaptırdığı şatosunda kalırken, Phaselis’i de kontrol ediyor. 3. Yüzyılda bir dönem Arapların eline geçen şehir, Arap terörü ve kurnaz tüccarlar nedeniyle ticari önemini kaybetmeye başlıyor. 11. Yüzyıl sonrasında ise tamamen terk ediliyor.
TARİH HAZİNESİ AYAKTA
Phaselis’te bizi önce su kemerleri karşılıyor. Su kaynağı ise henüz kurumamış durumda. Ama çok bakımlı değil. Bu kaynak, müze çalışanları tarafından beslenen kaz ve ördeklerin yuvası olmuş durumda. Su kemerlerinden ardına geçince, Phaselis’in üç limanını birden görebilirsiniz. Askeri Limandan, Güney Limanına kadar yarımada çevresinde, Erken Bizans dönemine ait surlar yer alıyor. Surlar içerisindeki en önemli anıtsal yapı, tiyatro olarak beliriyor. Tiyatronun önünden geçen Liman caddesi tümüyle taş plakalarla kaplı. Her iki yanında belirli aralıklarla kentin ünlülerinin heykellerinin yer aldığı yazıtlı kaideler bulunuyor.
Cadde üzerinde yer alan iki basamaklı merdiven, caddenin yalnız yaya trafiği için kullanıldığının göstergesi. Cadde, etrafındaki yapıların pis sularını akıtmak için olduğu kadar, yağmur sularının da her iki yönde dağılımını sağlayan bir kanalizasyon şebekesine sahip. Liman Caddesinin Büyük Limandan kente girişteki kısmında bulunan Hadrian Takı, dört köşesi aslan ayağı profilli elemanlarla süslenmiş, kare şekilli iki ayak üzerinde yükselen tek kemerli bir tak. Cadde üzerinde yer alan agoralardan Hadrian Agorası içinde yapılan kazılarda, en az üç yönde dükkanlar bulunur. Biraz ileride 3. yüzyılın yöredeki diğer çağdaş yapılarını anımsatan çift mekanlı “Büyük Hamam” yer almaktadır.
LANETLİ AGORA
Bir diğer agora olan, Domitian Agorasında kazı yapılmadığı için içi hakkında kesin bilgiler bulunmuyor. Bu agoranın liman caddesine açılan kapısı, ancak yayaların geçebileceği boyutta. “Domitian’ın lanetlenmesi”nin ardından kapı lentosundaki kitabeden Domitian isminin kazındığı görülebilir.
Phaselis antik şehrinin üç limanı bugün gezi teknelerinin mavi yolculuk yapanların en önemli durukları arasında yer almaktadır. Tertemiz denizine antik şehrin harabeleri arasından girilebilmektedir.
SONSÖZ
Dizimiz burada bitiyor. 12 günde azcık taşıt, birazcık tekne kullanarak, ama çokça yürüyerek, yaklaşık 200 kilometre yol aştık. Türkiye’mizin en güzel kıyı kesimini, Teke yarımadasını, Kaş’tan Phaselis’e kadar adımladık. Kekova’da yürüdük. Olympos’ta soluklandık. Dağlarda, çadırda geceledik. Yayla sularında yüzümüzü yıkadık. Myra’da tarihe tanıklık ettik. Çok da insan tanıdık. Dost edindik. Ali ve Serkan ile unutamayacağımız ve herkese anlatacağımız bir maceramız oldu.